Herkes Kendi Özgürlüğünün Sanatçısıdır: Litvanya, Letonya ve Estonya Yolculuğu
Temmuz’un sıcak bir sabahında, sırt çantamı omuzlayıp İstanbul’dan kalkan uçağa bindim. Üç saatlik bir uçuşun ardından Vilnius’un küçük ama sevimli havalimanına indim. Hava, İstanbul’un nemli sıcağından sonra ferahlatıcı bir serinlik sunuyordu; gökyüzü masmavi, hafif bir yaz esintisi yüzümü okşuyordu. Havalimanından şehir merkezine giderken otobüsün penceresinden, geniş yeşil alanlar ve Sovyet döneminden kalma gri, kare blok binalar dikkatimi çekti. Bu binalar, sanki geçmişin ağır bir gölgesi gibi şehrin modern yüzüne tezat oluşturuyordu.
Vilnius’un eski şehri, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan dar sokakları ve renkli binalarıyla bir masal dünyasını andırıyordu. Katedral Meydanı’nda dolaşırken, bir sokak çalgıcısı akordeonla hüzünlü bir Litvanya halk şarkısı çalıyordu. Yanına oturdum, kısa bir sohbet için:
-“Merhaba, bu şarkı ne anlatıyor?” diye sordum.
-Yaşlı adam gülümsedi: “Bu, Litvanya’nın özgürlüğüne olan özlemimizi anlatır. Sovyet zamanlarında bu şarkılar gizli gizli söylenirdi.”
Sözleri, SSCB’nin bu topraklarda bıraktığı derin izleri hissettirdi. O akşam, Gediminas Kulesi’ne tırmanıp şehri tepeden izledim. Kızıl çatılar, Neris Nehri’nin kıvrımları ve uzakta yükselen Sovyet dönemi apartmanları… Vilnius, tarihle modernliğin iç içe geçtiği bir mozaikti.
Ertesi sabah, bir otobüse atlayıp Trakai’ye gittim. Vilnius’a 30 dakika mesafedeki bu kasaba, Galve Gölü’nün ortasında yükselen kırmızı tuğlalı Trakai Kalesi ile ünlü. Kale, sanki bir peri masalından fırlamış gibiydi. Etrafındaki göller, yaz güneşinde pırıl pırıl parlıyordu. Bir kayık kiralayıp gölde kürek çekerken, karşılaştığım bir balıkçı olan Jonas’la sohbet ettik:
-“Burada hep balık mı tutarsın?” dedim.
-Jonas kahkaha attı: “Balık tutmak mı? Bu göl, Sovyet zamanında bizim özgürlük alanımızdı. Balık bahaneydi, burada düşünürdük, konuşurduk, plan yapardık.”
Trakai’de Karay Türkleri’nin işlettiği bir restoranda kibinai yedim; bu hamur işi, et ve soğanla dolu, Litvanya’ya özgü bir lezzet. Akşamüstü Vilnius’a döndüm ve Užupis’e, yani “cumhuriyetsiz cumhuriyet” denilen sanatçı mahallesine uğradım. Duvarlardaki grafitiler, özgürlük ruhunu yansıtıyordu; bir duvarda “Herkes kendi özgürlüğünün sanatçısıdır” yazıyordu.
Vilnius’tan trenle Kaunas’a geçtim. Litvanya’nın ikinci büyük şehri, daha sakin ama bir o kadar etkileyici. Eski şehirdeki gotik ve barok binalar, Laisvės Alėja adlı geniş bulvarla tezat oluşturuyordu. Bulvar, Sovyet döneminde propaganda geçit törenlerine ev sahipliği yapmış. Bir kafe sahibiyle sohbet ederken, bu geçmişi anlattı
-“Büyükbabam anlatırdı,” dedi kadın. “Herkes bu bulvarda yürür, alkışlardı ama içten içe özgürlüğü özlerdi.”
Kaunas’ta, Dokuzuncu Kale Müzesi’ni ziyaret ettim. Burası, hem Nazi hem de Sovyet işgali sırasında korkunç trajedilere sahne olmuş. Müzedeki fotoğraflar ve eşyalar, SSCB’nin baskıcı rejiminin izlerini gözler önüne seriyordu. Akşam, Nemunas Nehri kıyısında yürüyüp gün batımını izledim. Nehir, sakin ama güçlü akıyordu; sanki bu toprakların tarihini taşıyordu.
Otobüsle Šiauliai’ye vardım. Burası, Haçlar Tepesi ile ünlü. On binlerce haçın bir tepeye dikildiği bu yer, hem dini hem de politik bir sembol. Sovyet döneminde, rejim bu haçları defalarca yıkmış, ama halk her seferinde yenilerini dikmiş. Tepede, rüzgârda çınlayan haçların arasında dolaşırken, bir rahiple karşılaştım:
-“Bu haçlar neyi temsil ediyor?” diye sordum.
-“Umut,” dedi rahip. “Zulme karşı direnişin sessiz çığlığı.”
Šiauliai’nin kendisi küçük, sakin bir şehir. Sovyet dönemi apartmanları, şehrin kenarlarında sıralanıyor. Akşam, bir yerel barda Litvanya’ya özgü šaltibarščiai (soğuk pancar çorbası) içtim. Pembe renkli bu çorba, yaz sıcağında ferahlatıcıydı.
Litvanya’ya veda edip otobüsle Letonya’nın başkenti Riga’ya geçtim. Riga, Baltık’ın en büyük şehirlerinden biri. Eski şehir, Art Nouveau binaları ve dar sokaklarıyla büyüleyici. Doma Meydanı’nda bir kahve içip insanları izledim. Bir sokak satıcısı olan Anna ile sohbet ettik:
-“Riga’da yaşam nasıl?” dedim.
-“Sovyet zamanları zordu,” dedi Anna. “Ama şimdi özgürüz. Yine de o günlerin disiplini hâlâ bazılarımızın kanında.”
Riga Kalesi’ni ve Özgürlük Anıtı’nı ziyaret ettim. Anıt, Letonya’nın bağımsızlık mücadelesinin sembolü. Akşam, Daugava Nehri kıyısında yürüyüp şehrin ışıklarını seyrettim. Riga, hem canlı hem de nostaljik bir şehir.
Riga’dan trenle Sigulda’ya gittim. Burası, Gauja Milli Parkı’yla ünlü. Yeşil vadiler, Gauja Nehri ve Turaida Kalesi, doğanın ve tarihin mükemmel bir birleşimi. Teleferikle vadiyi geçerken, manzara nefes kesiciydi. Bir rehberle konuştum:
-“Bu kale ne zaman yapıldı?” dedim.
-“13. yüzyıl,” dedi rehber. “Ama Sovyetler burayı depo gibi kullandı. Neyse ki şimdi restore edildi.”
Sigulda’da yürüyüş yapıp doğanın tadını çıkardım. Akşam Riga’ya döndüm ve bir barda Letonya’nın meşhur balzam likörünü denedim. Acı ama aromatik bir tat!
Riga’dan trenle Jūrmala’ya, Baltık Denizi kıyısındaki bu tatil beldesine gittim. Kilometrelerce uzanan kumsal, yazın canlıydı. Sovyet döneminden kalma ahşap villalar, plajın nostaljik havasını güçlendiriyordu. Bir dondurmacı olan Marta ile sohbet ettim:
-“Burası hep böyle mi?” dedim.
-“Yazın evet,” dedi gülerek. “Ama Sovyet zamanında burası elitler içindi. Şimdi herkesin.”
Denizde yüzdüm, kumsalda yürüdüm. Jūrmala, şehir hayatından kaçış için mükemmel bir durak.
Otobüsle Estonya’nın başkenti Tallinn’e geçtim. Ortaçağdan kalma surlarla çevrili eski şehir, sanki bir film seti gibi. Alexander Nevsky Katedrali, Rus etkisini yansıtan soğan kubbeleriyle dikkat çekiyor. Sovyet dönemi burada da kendini hissettiriyor; katedral, o dönemde depo olarak kullanılmış. Bir kafede garsonla sohbet ettim:
-“Sovyet zamanlarını hatırlıyor musunuz?” dedim.
-“Ben değil, ama babam,” dedi genç kadın. “Herkes sırayla ekmek almak zorundaydı. Şimdi özgürüz, ama o disiplin hâlâ bazı yaşlılarda var.”
Akşam, Toompea Tepesi’nden Tallinn’in manzarasını izledim. Kızıl çatılar, Baltık Denizi’ne uzanan ufuk… Büyüleyiciydi.
Tallinn’den trenle Tartu’ya gittim. Estonya’nın üniversite şehri Tartu, genç ve dinamik. Toome Tepesi’nde dolaşırken, bir öğrenci grubuyla karşılaştım. Biri, Karl, bana şehri anlattı:
-“Tartu, özgürlüğün şehri,” dedi. “Sovyetler burayı kontrol etmek istedi, ama üniversiteliler hep direndi.”
Tartu Katedrali’nin kalıntıları arasında yürüdüm, Emajõgi Nehri kıyısında dinlendim. Şehir, tarih ve gençlik enerjisinin harika bir karışımıydı.
Son olarak, Tallinn’den Lahemaa Milli Parkı’na bir tura katıldım. Baltık Denizi’ne kıyısı olan bu park, yemyeşil ormanları ve bataklıklarıyla doğaseverler için bir cennet. Bir rehber, Sovyet döneminde bu alanın askeri bölge olduğunu anlattı. Parkta yürüyüş yaparken, bir kuş gözlemcisiyle sohbet ettim:
-“Burası hep böyle sakin mi?” dedim.
-“Evet,” dedi adam. “Sovyetler burayı kapattı, ama doğa kendi yolunu buldu.”
Akşam, Tallinn’den Vilnius’a dönüş uçağına bindim. Baltık ülkeleri, tarih, doğa ve insan hikayeleriyle dolu bir hazine. Sovyet mirası, binalarda, insanlarda ve anılarda hâlâ yaşıyor, ama bu ülkeler özgürlükleriyle yeni bir sayfa yazıyor.
Ant Gökçek, 14 Temmuz 2025 - Vilnius
Yorumlar
Yorum Gönder