Ana içeriğe atla

Bir Anadolu Cümlesi: Nihat Genç’e Veda

 Bir Anadolu Cümlesi: Nihat Genç’e Veda

Bugün, kelimeleriyle koca bir milleti sarsan bir Anadolu çocuğuna veda ediyoruz. Yalın kılıç yazan, öfkesini mertlikten, üslubunu halktan alan, hakikatin tarafında dimdik duran bir yazara, bir isyankâr ruhun suskunluğuna şahitlik ediyoruz.

Nihat Genç öldü. Ama aslında o hep yaşamak için yazdı. Ölüme inat, sessizliğe başkaldırmak için, unutuşa direndiği için yazdı.
Ve biz, bir sesin artık duyulamayacağını bilmenin tarifsiz hüznü içindeyiz.


Onun cümleleri kitap sayfalarına değil, Anadolu’nun taşına, toprağına, rüzgârına kazındı.
Tıpkı kendisi gibi: kararlı, yerli, haşin ama haklı.
Karadeniz’in hırçın dalgaları gibi konuştu; kırdı ama eğilmedi.
Anadolu insanının konuşmaktan korktuğu zamanlarda, onun içinden gelen o “hak” sesi haykırdı. Şehirli entellerin sofrasına oturmadı, köyün çayına razı oldu. Ankara’nın gri koridorlarında değil, Anadolu’nun nemli duvarlı odalarında halkı dinledi.

O bir düşünür değildi sadece, bir hisseden ve hissettiren adamdı.
İnsanların "böyle söyleyen kalmadı" dediği yerde, o bağırdı.
Kime dokunduysa ya düşündürdü, ya kızdırdı ama asla kayıtsız bırakmadı.


Türkiye’nin bir vicdanıydı Nihat Genç.
Popüler olmayı seçmedi, “sevgili” değil, “sancılı” bir yazar olmayı tercih etti.
Yazılarında "ahlak", "namus", "millet", "toprak" gibi kelimeler vardı; ama bunlar hiçbir zaman slogana dönüşmedi. Onun kaleminde bu kelimeler kanlı canlı birer hayata dönüştü.

Her köşe yazısı, bir memleket hikayesiydi aslında.
Her cümlesi, bu topraklara duyduğu büyük aşkın kelimelere dökülmüş haliydi.


Şimdi Nihat Genç yok. Ama kelimeleri hâlâ sokaklarda geziyor.
Bir Anadolu sabahında kahvesini içerken gazetesine uzanan bir ihtiyarda,
Bir köy kahvesinde yüksek sesle siyaset tartışan bir gençte,
Bir öğretmenin, bir şoförün, bir işçinin omuzlarında yaşıyor.

Çünkü Nihat Genç, halkın kendisiydi.
O yüzden ölmedi; sadece bir süreliğine sustu.


Ruhu şad olsun.
Kelimeleri dertliydi, dertlilere kaldı.

Ant Gokcek

4 Temmuz 2025 - Vilnius

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

A Fight for the Homeland: The Struggle of the Turkish Cypriots, the 20 July Peace Operation, and the Story of the KKTC

  A Fight for the Homeland: The Struggle of the Turkish Cypriots, the 20 July Peace Operation, and the Story of the KKTC It was a sweltering summer day in December 1963 in Cyprus. In the Tahtakale neighborhood of Nicosia, Grandma Ayşe was baking bread for her grandchildren that morning. In the small courtyard of her home, under the shade of olive trees, the laughter of her children echoed. But this peace was soon to be shattered by the bloody shadow of the EOKA-B militants. In those dark days of 1963, the Rum’s dream of Enosis—the unification of Cyprus with Greece—had turned Turkish villages into a living hell. EOKA-B had set out to systematically annihilate the Turkish population. Grandma Ayşe’s neighbor, a young teacher named Mehmet, was abducted by EOKA-B militants while returning home that night. The next morning, his lifeless body was found in a field outside the village, his hands bound, his body riddled with bullets. This was just the beginning. During the infamous  Blo...

Turkey’s Real Enemy: Empty Rhetoric and Misery

  Turkey’s Real Enemy: Empty Rhetoric and Misery   Turkey is being distracted by artificial agendas amidst economic misery. Official inflation has exceeded seventy percent, but the reality felt in the streets, markets, and stores is far worse. A kilo of meat costs nearly half the minimum wage, leaving people unable to afford basic necessities. Historically, the Ottoman Empire’s final days were no different: while the palace dreamed of “ruling the world,” the people grappled with hunger and poverty. Today, those who parade fantasies like the “Ottoman model” or “United States of Turkey” are repeating the same mistakes. Bahçeli’s remarks about Öcalan, suggestions of “one Alevi, one Kurdish vice president,” and federation debates are all distractions, stealing attention from the people’s bread, jobs, and future. In times of crisis, history shows that rulers either invent external enemies or stoke nationalist fervor to diffuse public anger. In the nineteenth century, Ottoman “refor...

Biz Bu Kalaşnikofları Nereden Tanıyoruz?

  Biz Bu Kalaşnikofları Nereden Tanıyoruz? Dün, Irak’ın Süleymaniye kırsalındaki Casene Mağarası’nda, PKK’lı bir grup teröristin sembolik bir törenle Kalaşnikoflarını yakarak silah bıraktığı haberi gündeme düştü. 27 adet Kalaşnikof, bir M249, bir keskin nişancı tüfeği ve bir RPG’nin imha edildiği bu tören, “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı altında, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’teki açıklamasına dayandırıldı. DEM Parti yöneticilerinin de katıldığı bu olay, bazılarınca tarihi bir adım olarak alkışlanırken, Türkiye’nin acılarla dolu yakın tarihine bakıldığında, bu sembolik jestin samimiyeti sorgulanmadan geçilemez. Çünkü bu Kalaşnikoflar, Türkiye’nin kanayan yaralarının sembolü. Peki, biz bu Kalaşnikofları nereden tanıyoruz? Ve bu teröristlere gerçekten güvenebilir miyiz? Kalaşnikof’un Kanlı Tarihi Kalaşnikof, basit, dayanıklı ve ucuz olmasıyla dünya çapında terörist grupların vazgeçilmez silahı oldu. PKK’nın 1978’deki kuruluşundan bu yana, bu silahlar Türkiye’nin dört bir yanı...